Şıpıdık Terlikler Dubrovnik'te

Tüm hikaye Ankara'da, Tunalı Hilmi caddesinde, Serkan'la aylak aylak gezerken başladı. Tunalı pasajında dükkanlara göz gezdiriyorduk. Serkan'ın tanıdığı bir dükkana girdik ve koyu bir muhabbete kaptırdık kendimizi. Konu nereden Hindistan'a geldi bilmiyorum ama kendimi hararetli bir şekilde Hindistan konuşurken buldum. Dükkanın sahibi Can Abi birkaç kez Hindistan'a yolculuk etmiş. Arkadaşlarıyla planladığı Hindistan gezisine yanlız çıkmak zorunda kalmış. Oldukça ilginç hikayesinde birçok komik olay var. Otobüsle Hindistan'a gitmek başlı başına bir hikaye zaten. Bindiği otobüsün ahşap sıraları varmış. Can Abi çölden geçerken ellerini totosunun altına koymuş ve çölün büyük bir kısmını bu şekilde geçmiş. Dinlediğimiz benzer hikayelerin ardından Hindistan'a gitmek için planlar yapmaya başladık.



Dubrovnik başlığı attığımın farkındayım, satırlarca Hindistan yazdığımı da biliyorum. Endişelenmeyin, bağlıyorum konuyu. Pasajdan çıktık ve Serkan'la planlar yapmaya başladık. Eşimin izin vermeyeceğini düşünerek çok çok planlar yaptım. Eşime konuyu açtığımda ise "tabi gidebilirsin" cevabını verdi. Cevaba inanmam uzun zamanımı aldı. Bu cevap üzerine harıl harıl Hindistan turlarını araştırdık, uçak biletlerine baktık ve sonuç olarak Hırvatistan'a gitmeye karar verdik. 


"Şimdi aranızda soranlar olabilir, nerede kaldı maceracı ruhunuz diye? Ehm. Haklısınız ama Hırvatistan tatili bütçe olarak bizi zorlamadı. Hindistan biletleri ateş pahasıydı!"




Bir tur şirketinden Dubrovnik gezisi ayarladık ve Hırvatistan'a uçmak üzere İstanbul'a gittik. İstanbul'da eşimin ailesinin misafiri olduk. Sohbet esnasında Serkan'ın dedesi ile eşimin dedesinin asker arkadaşı olduğu ortaya çıktı. Muhabbet, peynir, zeytin ve iyi temennilerden sonra eşim ve ailesi ile vedalaşıp Taksim'e doğru yola koyulduk. Taksim'de kiliselere girdik, ekmek arası patates yedik, ara sokakları keşfettik. Gereksiz olan herşeyi yaptıktan sonra Atatürk havalimanına doğru yollandık. Havalimanında gerekli kontrollerden geçtik ve freeshopa daldık. Kendimizi kaybetmeye ramak kala bütün paramızı dönüşte harcamaya karar verip, kendimizi dışarı attık.


Yol hikayemizi ve devamını anlatmadan önce Hırvatistan ile ilgili birkaç önemli bilgiyi paylaşayım. 1991 yılında Yugoslavya'dan ayrılan Hırvatistan, antik çağa uzanan tarihi geçmişe sahiptir. Paraşütü ve kravatı (croat) icat eden Hırvatlar, 2003 yılında Eurovision'da Türkiye'ye verdikleri 10 puan ile tarihimizde önemli bir yere sahiptirler (?). 1365 yılında Osmanlı himayesine girmiş olan Ragusa Cumhuriyeti (Dubrovnik şehir devleti-Hırvatistan), Osmanlı'nın izlerini bayrağında bulunan minik bir ay yıldız ile taşımaktadır. İkinci dünya savaşında Nazi Almanyasının yandaşlığını yapmış olmaları ve bunun günümüzde yüzlerine vurulmaması da ilginç bir konu. Osmanlı akınlarının sonucu olarak, Hırvatistan bumerang şeklinde sınırlara sahiptir. Dubrovnik için de bir parantez açmak gerekirse Banu Alkan, Dubrovnik doğumludur ve bu olayın konumuz ile pek bir alakası yoktur. 


Konumuza geri dönersek, bir saat 45 dakika süren uçuşumuz keyifliydi. Yolculuk boyunca çeşit çeşit, muhteşem formlarda bulutlar bize eşlik etti. Hayalgücümün sınırlarını zorlayan bulutları ağzım açık seyre daldım. İnişe geçtiğimizi fark etmedim, zira inişte herhangi bir kara parçası görünmüyordu. Acaba nereye ineceğiz diye sağa sola bakınırken, uçağımız tepeleri yalayarak Dubrovnik'e iniş yaptı.



Pasaport kontrolünde Hırvat polisi ile anlamlı anlamlı bakıştık. Efendiliğimi bozmayarak sorulan soruları yanıtladım ve Hırvat topraklarına ayak bastım. Tur otobüsü bizi havaalanında karşıladı ve rehber eşliğinde şehir merkezine doğru yola çıktık. Şakalar ve fıkralarla karşılandık Hırvatistan'da.


"Tur rehberimize bir sitemim olacak izninizle. Ey rehber müsveddesi; Dubrovnik'e gelmişim, yurtdışı havasına gireceğim. Bana neden Temel fıkraları anlatıyorsun Hırvat topraklarında? Ürgüp-Göreme turu mu bu acaba?"


Her neyse, rehber ekstra turları anlattı, bir yandan da talep topladı. Biz rehberin her anlattığı tur için katılmıyoruz yanıtı verdik, olumsuz yanıt aldıkça rehber bize farklı bakmaya başladı. Rehberden aldığımız negatif enerji sebebiyle rehbere, "Jerk" (ahmak,dallama vb.) lakabını uygun gördük. Şehir merkezine yaklaşırken elindeki listeyi dolduran Jerk'e birkaç soru yönelttik. Nereden araba kiralarız, başka ülkelere nasıl geçeriz gibi maceraperest sorulardı bunlar. Jerk bizi ciddiye almadı ve sorularımızı olumsuz yanıtlarla geçiştirdi. "Jerk", lakabını sonuna kadar hak ediyordu. Rehberin neticesine (kıçına) takılıp kısa bir şehir merkezi turu yaptık ve otelimize yerleşmek üzere tur otobüsüne geri döndük.



Dubrovnik'te Argosy otel'de konakladık. Temiz, konforlu ve canlı müzik performansları ile keyifli bir otel. Otele ait ufak bir plaj bulunmakta. Otel, şehir merkezine araçla 15-20 dakika uzaklıkta. 



Uyuduk ve uyandık. İlk günümüzü Old town'ı keşfederek geçirdik. Old town, Dubrovnik'in surlarla çevrili ve tarihi dokusu özenle korunmuş olan merkezi. Pile gate'den (giriş kapısı) girdiğimde kendimi orta çağda buldum. Tabela, anten, çamaşır ipi bulunmayan sur içinde huzur vardı. Sokak müzisyenleri ve kiliseden yükselen çan sesleri ile süslenmiş taş sokaklar içinde kaybolmak mutlu etti beni. Yüzlerce sokak ve yüzlerce mağaza barındırıyor Old town. Her sokak arası farklı bir keyif, farklı bir hikaye barındırıyordu. Hayal ve gerçek arasında bir çizgide yürüdüm bu sokaklarda. 


Dükkanlara girdiğimizde "bok" kelimesini sıkça işitmeye başladık. Sağdan soldan gelen "bok"lardan işkillenmeye başlamışken "bok" kelimesinin Hırvatça'da merhaba anlamına geldiğini öğrendik. Bu kelime bize oldukça keyif verdi. Biz bok dedikçe insanlar bize gülümsedi, onlar gülümsedikçe biz bok dedik. 



Acıkmanın verdiği aptallıkla yemek yiyecek bir yer aramaya başladık. Sokak arasında sandviç yapan bir kafe bulduk. Lavaş arası bir sandviç sipariş ettik ve bu sandviçe köylüm sandviç adını taktık. (deniz ürünleri veya pizza yemenizi öneririm)


Nemden sırılsıklam olunan bir gün sonunda surlarda oturduk ve Serkan bir sigara yaktı. Hırvatların meşhur sigarası Wolter Wolf (Türkçe'ye Yaşar Kurt olarak çevirdik) tatil boyunca Serkan'ın vazgeçilmezi oldu. Sigarasını tüttüren Serkan arkamdan geçen birine "iyi akşamlar abi" dedi. Dubrovnik'te kime selam veriyor bu adam diye kendi kendime sordum ve dönüp baktığımda "iyi akşamlar çocuklar" cevabını veren Erman Toroğlu'nu gördüm. Tv kanallarındaki Erman Hoca çılgınlığı bizi adım adım takip ediyordu, hem de şahsen. 




Ertesi gün için bir tur şirketiyle anlaştık ve Mostar'a gidecek olmanın bilinmezliği ile otelimize döndük. Mostar gezisi yorucu ve keyifliydi. (Mostar gezimizi başka bir yazıda anlatacağım) 

Uyuduk ve zor uyandık. Mostar gününden sonra, yeni günü Dubrovnik'i etraflıca gezerek harcamaya karar verdik. Merkeze gitmek için otobüse bindiğimizde yüksek sesle konuşan, şakalaşan ve apaçi tarzda giyinmiş gençler dikkatimizi çekti. Bu grubun İtalyan olduğu konusunda bir tahminde bulunduk ve tahminimiz doğru çıktı. (İtalyanların kökeninin Etrüsk Türkleri'ne dayandığı iddia edilir) Vatanımızda hissetmemizi sağlayan bu arkadaşları arkamızda bırakıp bir kez daha Pile Gate'den geçerek Oldtown'u keşfe devam ettik.


"Buradan İtalyan erkeklerine ayılıp bayılanlara da uyarı. İtalyanların çoğu apaçi. Bu not sadece bilgilendirme amaçlıdır. Herhangi bir kıskançlık duygusu içermemektedir." 


Otobüs demişken otobüs sırasına giren rahibeler sıra dışı ve komik görünüyordu. Ama asıl komik olan sahne; rahibelere oldukça yakın duran bir yaşlı adama doğru açıyla baktığınızda ortaya çıkıyordu. (:x) 




Yabancı ülkede olmanın verdiği rahatlıkla sokakta argo konuşuyor, okkalı küfürler savuruyorduk. Yine bu rahatlığın üzerimizde olduğu anlardan birinde Serkan yüksek sesle "bayıra karşı" ile başlayan bir cümle kurdu. Cümlenin sonu gelmeden bize dönen bir düzine kafa, Dubrovnik sokaklarındaki Türk yoğunluğunu anlamamızı sağladı. 


Bir yandan sokakları gezdik bir yandan da ertesi günün planını yaptık. Yeni gün için Karadağ turunda karar kıldık ve girmediğimiz ara sokaklara doğru yollandık. Tatilimizde kısa sürede müdavimi olduğumuz iki kafe vardı. Öğleden sonraki yorgunluk için Hemingway, gün batımı için kayalıkların üzerindeki Buza bar. Hemingway'ı arayıp bulmamız komik bir hikaye. Şehirde tabela yok, menüde bile kafenin ismi yok. Bulduk diye sevindik sonra yok burası değil diyerek tekrar aramaya devam ettik. Farklı farklı tarifler aldık. Son olarak anladık ki bizim hergün oturduğumuz kafeymiş, Hemingway. Kafe, adını ünlü yazar Hemingway'den alıyor.




Buza bar için ayrı bir paragraf yazmalıyım. Şans eseri ara sokakları gezerken kayalar arasından geçerek bulduğumuz bu kafenin manzarası gerçeküstüydü. Kayalıkların üzerinde ada manzarası ve muhteşem müzikler ile saatler geçirdik bu büyülü yerde. Kayıklar, yüzen insanlar, kahkahalar, dünya o kadar yavaş dönüyordu ki. 


Akşam otele dönüp, kıyafetlerimizi değiştirdik. Canlı müzik birden kendimizi otelin bahçesinde bulmamıza neden oldu. Yaşlılar gibi otel bahçesinde ne işimiz var diye düşünürken, müzik bizi sandalyelerimize sabitledi. Stevie Wonder taklidi yapan piyanist hayli yetenekliydi. Karadağ yolculuğu için erken uyuduk. 


Karadağ'da geçirilen güzel bir gün.(Karadağ gezisi için de ayrı bir yazı yazacağım) 



Yeni gün, yine Dubrovnik. Kahvaltının ardından denize girdik. Denizin taşlı olması Türk insanı için garipsenecek bir durum. Kumlu plaj isteyenler ise ada turu yapabilir. İrili ufaklı birçok ada var Dubrovnik'in etrafında. En meşhurları Koloçep, Lopud ve Şipan. Şehir merkezindeki limanda tur tekneleri demirliyor ve küçük bankolarda tur rehberleri size turları tanıtıyor. 

Kolsuz t-shirt giymiş, inek yalamış saçları ile karizma abidesi bir tur rehberi dikkatimizi çekti bu sırada. Akşam için güzel bir mekan arayışında olduğumuzdan; bu herif buranın çakalıdır diyerek rehbere yanaştık. Rehber sorularımızı yanıtladıktan sonra düzenlediği tekne turundan bahsetmeye başladı. Biz de ayıp olmasın diye dikkatli dikkatli dinledik. Tanıtımın sonundaki diyalog şu şekildeydi; 


-Rehber: Bu benim telefon numaram (Elindeki broşürü uzatarak), mesaj atın yada arayın sizi direk otelinizden alayım. Şehir merkezine gelmenize gerek yok. 
-Serkan: Tamam biz biraz düşünelim, karar verirsek ararız. 
-Rehber: Beni ararsanız sizi kesin alırım fakat beni becermeyin! (don't fuck me!) 
-Serkan: Tamam, teşekkürler. 


Tur rehberinin bu godfather tavrı bizi çok güldürdü. Rehber beni kandırmayın diyebilirdi ama o daha etkili bir kalıp olan "don't fuck me" yi tercih etmişti. Rehbere "don't fuck me" lakabını uygun gördük. (Her gördüğümüz rehbere lakap takmışız, yeni fark ettim) 


Don't fuck me'nin tavsiyesi üzerine east and west isimli bara gitmeye karar verdik. Dubrovnik'in jet sosyetesinin uğrak mekanı olan east and west'e şort ve t-shirt kombini ile girdik ve bir süre sonra daha rahat bir yer arayışı ile mekandan ayrıldık. Sokak şarkıcısı olan Luca ile tesadüf eseri tanıştık ve Luca'nın tavsiyesi üzerine Capitano'ya gittik. Dubrovnik'in gece hayatı ile tanıştığımız bu akşamı kazasız belasız otelimize dönerek bitirdik. 




Son günümüze görmediğimiz yer kalmasın telaşı ile uyandık. Alışveriş merkezlerini merak edip birkaç durak önce indik Oldtown'dan. Alışveriş merkezleri oldukça sıradan ve pahalı. 


Dönüş arifesi hediyelik eşyalar satın aldık. Hediyelik eşya dükkanlarından birinde oldukça keyifli anlar yaşadım. İsa resimleri, haç kolyeler gibi eşyalar satıyordu dükkanla ilgilenen rahibe. Kuş şeklinde ahşap kolyelerden üçer beşer doldurduk ceplerimize. Parayı ödeyip ayrılmadan önce Türkiye'den getirdiğimiz nazar boncuklarından hediye etmek istedik (Hay maşallah). Rahibe nazar boncuğuna baktı ve ben bunu alamam, bilmediğim şeyi kabul edemem dedi. Serkan, rahibeye uzun süre baskı yaptı nazar boncuğunu alması için, ben de uzaktan seyrettim bu müthiş diyaloğu. Dinler arası diyalog bu muydu?. 


"Hikayeyi bölüyorum ama Serkan'a da bir sorum var , rahibeye neden baskı yapıyorsun ? Rahibe'yi nazardan koruma ısrarın nedir?" 


Fazla ısrar sonrası hararetimizi dondurma yiyerek giderdik. Harika dondurmaları var bu şehrin. Sokaklarda avare gezmek yerine avare oturduk bu kez sokak ortasına, dondurma eşliğinde. 




Old town bahsettiğim gibi surlarla çevrili. Ve bu surların uzunluğu oldukça fazla. Tepeden görmek için bu güzel şehri, çıktık surların tepesine. Az gittik, uz gittik, çok gittik. Dubrovnik'e gidecek olanlar için tavsiye, şehri mutlaka surların üzerinden görün. 


Otele dönmeden önce bir restorana oturduk ve menüye göz gezdirdik. Menüdeki sandviçin içeriğinde yazan "ham" kelimesi dikkatimizi çekti ve bilmediğimiz bu yiyeceği garsona sorduk;

- Fatih: What is ham? 

- Garson: Ham is ham. 


Bu anlamlı cevaptan sonra "ham" sandviç ısmarladık ve tadını beğenmediğimiz şeyi kemirmeye başladık. Ham domuz eti oluyormuş. 


"Sevgili okur; biz rahibeye nazar boncuğu verememişken, onların bize domuz eti yedirmesi nasıl bir ironidir?" 




Otele döndük. Canlı müzikler yine muhteşemdi. Üç yıldızlı otelde opera solisti beklemiyorduk açıkçası. Solist, mikrofonu kenara çekti ve tüm oteli yerinden salladı bilmem kaç oktav sesi ile. Üç yıldızlı otelde opera sanatçısı varsa beş yıldızlı otelde Metallica'nın ekstraya çıkması lazım (-ki çıkıyor olabilir). 


Türkiye'ye dönüş vakti geldi. Uçtuk, indik. İstanbul'a ayak bastık ve freeshopa girip cebimizde ne kaldıysa hepsini harcadık. Bütün param bitsin diye sakız bile aldım. Döndüğümüzde Dubrovnik'teki huzuru bulamayacağımızı düşünüyorken, metro'da karşımıza yaşlı bir çift oturdu. Nejat Uygur'a oldukça benzeyen amca nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi sordu. Kısa sohbetten sonra amcanın eski bir tır şöförü olduğunu ve gezmediği ülke kalmadığını öğrendik. Amca bize Avrupa'yı gezmemizi öğütlerken, eşi surat asıyor, bu adamı hacca götüremedim diye yakınıyordu. Adam ise ısrarla Avrupa'ya gidin, ne işiniz var Araplarla diyordu. Eğlenceli bir tatili bitirmiş olmanın üzüntüsünü yok etti bu tatlı çift.

Tatil sonrası birkaç hafta Tunalı Hilmi caddesinde Dubrovnik hatıralarını konuşarak yürüdük Serkan'la. Hikaye başladığı yerde bitti.